Farklı versiyonlarla sahne ve ekrana taşınmış bir hikaye 'İngiltere'nin ölümü'. Irkçılık konusu etrafında dönen bu hikayenin üçleme olarak sahnelenen versiyonunu izleyedim. Muhteşem bir iş!
Londra’da oyunları takip etmek için birkaç farklı kaynak kullanıyorum, bunlardan birisi de Instagram. Her ay için önerilerini paylaşan bir hesapta Gökhan Death Of England:Delroy oyunu için övgüyle bahsedildiğini görünce bileti yapıştırmış. Normalde çocuklar olduğu için birlikte pek oyun izleyemiyoruz ama bu sıralar annem bizde olduğu için adeta aç gibi her hafta oyunlardayız! Yine bu minvalde alınan basit bir biletle başladı her şey..
Üçleme olduğunu görmüştük, hatta aynı günde hepsini arka arkaya izleme opsiyonunda vardı ama biletler çok pahalı geldiği için en çok övgü alanı olan Delroy hikayesine gittik ilk. Bir cuma akşamı Londra merkezde aktiviteye çıkabildiğimiz için çocuklar gibi şendik. 1. balkondaki koltuklarımıza oturduk ve 1 saat 40 dakika çivilendik. Oyun beklemediğimiz kadar iyi çıkınca, dedik hemen diğerlerini de görmek lazım! Tiyatrolar Haftası indirimlerinden iyi fiyatlara da biletleri yapıştırdık ve hemen ertesi hafta cuma akşamı Death Of England:Michael, cumartesi akşamı da Death Of England:Closing Time izleyerek üçlemeyi tamamladık ve bir ooohhh çektik. İyi oyun izlemenin tatmini, tarif edilemez!
Hikayenin ana ekseni İngiltere’de siyahilere yapılan ırkçılık. Oyunda konu çocukları arkadaş ve bir noktada arkadaştan öte olan iki aile üzerinden anlatılıyor. Üçlemenin mantığı da aynı hikayeyi 3 farklı perspektiften izletmesi. Biz ideal sıralamada izlemedik ama bence 1 ve 2nin yerlerinin değişmesinin pek etkisi olmazmış zaten.
Zaman günümüz. Bembeyaz İngiliz Fletcher ve Jamaika kökenli siyahi Tomlin aileleri hikayenin karakterleri. Fletcherların oğlu Michael ve Tomlinlerin oğlu Delroy sınıf arkadaşları. Fletcher baba aşırı bembeyaz İngiliz Irkçısı ve bu yakın arkadaşlıktan hiç memnun değil. Oğul Michael, tüm aile fertleri gibi babasının ırkçı söylemlerine karşı çıkmayarak ona yaranmaya ve onayını almaya çalışan ama aslında onun gibi düşünmeyen bir genç adam. Delroy kankasını bir gün ailesiyle tanıştırmak için eve davet ettiklerinde, Michael’ın kız kardeşi Carly’nin Delroy’a aşık olması durumu daha da karmaşıklaştırıyo. Tabii kısa süre sonra sevgili oluyorlar ve hatta Carly hamile kalıyor ve aileler birleşiyor. Neyse ki bu kadarını görmeden maç izlerken kalpten giden baba Fletcher’ın cenazesinde sarhoş Michael adeta babası içinde çıkmışçasına Delroy’a ırkçı söylemlerle hönkürdükten sonra tadlar kaçıyor. Biraz da daddy issue falan var oralarda ama hiç girmeyeyim o konuya, aşırı uzar mevzu. Hikaye örgüsünde sonra Carly bebeklerini doğuruyor ve aileler yakınlaşmak zorunda kalıyor. Şimdi kısaca 3 perspektifi de anlatıcam am kendi izlediğim sırayla:
1. Delroy: Siyahi genç adam çocukluktan beri ırkçılığa maruz kalıyor ve hikayesindeki ana mevzu Carly’nin doğumuna yetişmeye çalışırken, aranan bir siyahi’ye benzediği iddia edilerek polis tarafından metroda sorgulanması ile hareketleniyor. Polise küfür edince (aslında küfür ettirilince, çünkü polis resmen küfür etsin diye Delroy’a psikolojik baskı yapıyo) tutuklama, mahkeme ve elektronik kelepçeyle ev hapsine mahkum edilip, çocuğunun doğumuna yetişemiyo. Bu olaylardan önce de zaten Fletcher babanın cenazesinde Michael’den nefret speech yemiş, bir de doğuma yetişemeyince Carly’den telefonda bir posta ırkçılık dolu paparasını yiyip evinde kelepçesiyle mahkum kalıyo. Yazık ya çocuğa, gelen giden buna sövüyor mağdur evlat. Aslında asla da mağduru oynamıyo hayatta, eşşek gibi de çalışıp, vergisini veren düzgün bir İngiliz vatandaşı. Kolonilerden getirilmiş ailesinin doğma büyüme İngiliz çocuğu, ama asla bembeyaz İngilizler kadar İngiliz olamıyor.
2. Michael: Ayrıcalıklı bembeyaz kardeşimiz aslında baba problemlerinden dertli. Sert, ırkçı ve sevgisini gösteremeyen bir babanın kabul görmeye çalışan erkek çocuğu. Delroy da okuldan, mahalleden kankası. Onun jenerasyonunda ırkçılık yumuşamış olsa da, kendisi öyle düşünmese de babasından duydukları adamın içine işlemiş. Cenazede hönkürdükten sonra tabii ki pişman olup özür diliyo ve bir noktada yeğenden sonra aralar tatlıya bağlanıyo. Michael’ın babadan uzağa düşen fikirleri ilk başta garip gelse de, baba öldükten sonra aslında aileden gizli bir şekilde bu fikirlerini sorguladığını öğrendiğinde biraz daha akla yatıyo durum. Michael bize kökeni ırkçı ve kolonyalist olan İngiltere’nin çöküşünü ve yeniden doğmaya çalışmasını simgeliyor gibi. Eski köklerden kopuş ve yeniyi doğurma sancılarını sonuna kadar yaşıyo ve yaşatıyo.
Sahnelemede inanılmaaazz detaylar vardı. Dekor yok sahne de sadece yerden yükselti şeklinde kırmızı bir artı. Bu kırmızı artı işareti İngiltere bayrağının beyaz zemin üzerindeki şekil. Tam bir eski İngiltere simgesi, çünkü United Kingdom yani Birleşik Krallık bayrağı farklı ve daha kapsayıcı bir bayrak (İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’yı da içine alıyor). İlk oyunda Michael yerdeki bayrak simgesine hiç zarar vermiyor, ikinci oyunda Delroy yerdeki kırmızıyı yırtıyor, ve son oyunda artık zemin kırmızı değil. Yani o yaşam, ölüm ve yeniden doğum akışı sahnenin zeminde bile ifade ediliyo.
Seyirciler yuvarlak düzende ve oyun akışı sahnenin her köşesinden geçiyo zaten. Dekor yok, sadece aksesuarlar var, onlar da duvarlardaki raflara yerleştirilmiş ya da kırmızı yükseltinin altlarına yerleştirilmiş. Oyuncular seyircinin olmadığı her köşeyi aktif olarak kullanıyo. Işık adeta sahnede bir oyuncu gibi. Flashback geçişleri, karakter değişimleri, zaman değişimleri, duygu geçişleri yani her şeyde ışık ön planda ve adeta sahnede oyuncu kadar etkili. Mesela müzik bu kadar ön planda değil ama ışık inanılmaz!
Oyunculara ne söyleyeceğimi bilemiyorum. 1 saat 40 dakika arasız oynayıp seyirciyi koltuğuna mıhlayan bir oyuncuya ne denebilir ki? Oyun yarı açık, çok emin değilim doğru bir tabir mi, yani seyirciyle iletişime giriyo ama oyundaki karakter olarak. Ve sadece laf atmak değil, diyalog ve hatta bazen seyriciyi dahil etmek de var. Bu anlar tabii bir enerji değişimi, biraz kahkaha vs derken oyunun ritminde çok etkili oluyo. Üç oyunun da baştan sona akış ritmi çok iyi planlanmış, kesinlikle sıkılmadan ve oyundan hikayeden kopmadan izlettiriyor. Her oyunda aynı şekilde oynanan flashback sahneleri var. Tek oyuncu hem 2 karakter arasında oldukça hızlı şekilde diyalog akıtıyo, hem arada anlatıcı olarak replikleri var, bir de arada flashaback’ten çıkıp geri giriyor. Biliyorum çok saçma gibi okunuyo ama vallahi bunların hepsi oldu! Karakterler arası ses ve postür değişimleri olurken, geçişler ışıkla destekleniyo ve her ışık değişiminde tak-tak-tak ses de duyuyoruz. O kadar hızlı oynuyorlar ki bu sahneleri, seyirci olarak nefessiz takip ediyoruz. ‘Oyunculuk çok iyi’ demek adeta hakaret olur gibi hissediyorum yani o derece.
Beni zorlayan bir tek aksanları oldu. Hepsi kendi ait olduğu grubun en ağır aksanıyla oynadıkları için bir süre anlamakta zorlandım. Hatta kültürel referansları falan da düşününce oyunu yüzde 85-90 anlamış olmak ve o yüzde 10-15ten mahrum kalmak beni üzdü. İnsan böyle oyunların dibini kazımak istiyo çünkü!
Bu oyunun bir Türkiye adaptasyonu da muhteşem olabilir diye düşündük çıkışta. Delroy’un yerinde bir Kürt genci, Michael’ın yerinde aşırı milliyetçi aile kökenli bir Türk genci ve benzer bir aile bağlantısıyla benzer bir derinlik yaratılabilir. Ya da Kürt yerine Ermeni ya da başka azınlıkları da koyabiliriz. Sonuçta dünyanın farklı yerlerinde aynı hikayeler yaşanmıyor mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder